Happy Happy

Happy Happy

9 Haziran 2017 Cuma

Fakir Ama Gururlu Belgrad



Çok şey var bu şehirde beni derinden etkileyen. İçinde o kadar ‘bizden’ parçalar var ki, bir anda bağlanıyorsun yabancılık çekmeden. Biraz bize benzemesinden, biraz çektiği acılardan, biraz da fakir ama gururlu ruhu etkiliyor Belgrad’ı gezerken.

Belgrad’da düşük beklentilerle gidenlerin çok şaşıracaklarına eminim. “Avrupa’ya yakın ama Avrupa gibi değil” hissi veriyor ilk bakışta. Sanki 90’larda dondurup öylece bırakmışlar şehri.  Mesela, tüm kapalı mekânlarda sigara içilebiliyor, sokak aralarında dolup taşan internet kafeler görebiliyorsunuz, yada bir dükkanında gençliğiniz en yakın dostu Walkman ile karşılaşabilirsiniz.  

Belgrad için “bizden”  ifadesini kullanmam boşuna değil. Bir Sırp köftesi var “Cevapcici” dedikleri,  bizim İnegöl’ü aratmıyor. Keza salatası hatta musakkası bile bizim mutfağımızdakilerle yarışır.
Gelelim en güzel habere, Belgrad gerçekten çok ucuz bir şehir! Avrupa ülkelerine gittiğinizde her aldığınız şey için çarpı 3,50 TL matematiğine maruz kaldığınız için Belgrad size cennet gibi gelecek! Özellikle yeme-içme kısmında fiyatlar İstanbul’a kıyasla bile daha uygun seviyelerde.

“Belgrad’a gelip de görmeden gidilmez” diyebileceğim birkaç yer var. Bunlardan ilki “Kalemegdan” adını verdikleri, Osmanlı dönemine ait tarihi kale ve içinde askeri müzenin yer aldığı bir açık hava müzesi. Ayrıca şehri tepeden izlemek için de ideal bir nokta. Bunun yanı sıra Kalemegdan içinde büyük bir parkı barındırıyor. Özellikle sonbahar ve ilkbahar aylarında gideceklere bu parkta piknik yapmalarını öneririm.

İkinci önerim ise “Nikola Tesla Müzesi”, Nikola Tesla Sırbistan için çok önemli bir isim. Havaalanı dâhil Belgrad’daki pek çok önemli noktaya ismi verilmiş kendisinin. İcatları, görüşleri ve o döneme kazandırdıkları değerleri öğrenmek için bu müzeyi bir rehber eşliğinde gezin derim.

Skadarlija diğer bir gidilmesi gereken bölge bence.  Şehrin sanat galerileri ve lokal restoranlarının bulunduğu, arnavut kaldırımlı ve çiçekli sokakları içinde barındıran keyifli bir semt burası. Her ne kadar biz göremesek de özellikle bahar ve yaz aylarında nefis bir ambiyansa sahip olacağını düşünüyorum.

Knez Mihajlova Belgrad’ın ünlü alışveriş caddesi. Şehrin ortasında boylu boyunca uzandığı için yerini anlatmama gerek yok, elbet yolunuz düşecektir. Oldukça canlı ve kalabalık, alışveriş ve vitrin bakmak isteyenler güzel vakit geçirebilirler.

Gezilecek yerler bölümünü sanatla kapatalım derim. National Museum şehrin tam merkezinde Cumhuriyet Meydanı’nda yer alıyor. Bizim gittiğimiz dönemde içinde renovasyon çalışmaları olduğu için kapalıydı, ne yazık ki ziyaret edemedik. Müzede Gustav Klimt, Van Gogh, Monet gibi efsane sanatçıların eserleri bulunuyor. Siz denk gelirseniz mutlaka gezin.


Gelelim yeme içmeye!

  • Lorenzo & Kakalamba; geleneksel Sırp yemeklerinin yanında efsane dekorasyonu tam instagramlık bir mekân.
  • Blaznavac; Bahçesinde nefis kokteyller yudumlayacağınız, rengârenk dekorasyonuyla fotoğraf çekmeye doyamayacağınız eğlenceli bir bar.
  • Jazz Basta; Belgrad’ın popüler mekanlarından biri, haftanın üç günü lokal gruplar Jazz performansıyla sahne alıyor. Sırf bahçesi için bile görülmeye değer.
  • Berliner; adından da anlaşılacağınız gibi tam bir Alman barı. 10’larca çeşit bira ve nefis sosisliler sizi bekliyor.
  • Manufaktura; akşam yemeğinizi canlı Balkan müziği ve harika Sırp yemekleriyle taçlandırmak istiyorsanız gidebileceğiniz tatlı bir restoran.
  • En güzel kafeler nerde mi dediniz?                                                                             
  • Amelia Cafe; şirin dekorasyonu ve lokallerin uğrak yeri olan bir yer.
  • Aviator Coffee Explorer; şehrin en iyi kahvesi için gidilmesi gereken 3.dalga kahveci.
  • Koffeein; Belgrad’a birkaç şubesi bulunan, kahveleri ve tatlıları güzel bir kahveci. Yolunuzun üstündeyse espresso molası verebilirsiniz.










9 Ağustos 2016 Salı

Keywest!


“En uzakta olma” duygusu size ne hissettiriyor? Bendeki hissi; bağlandığı yerden kurtulmuş bir balon gibi süzülerek gökyüzüne çıkıyormuşum gibi sanki. İşte bu yüzden hep bu kaçıp kaçıp gitmelerimiz. Uçup uçup dönmeyecekmiş gibi uzaklaşmalarımız... Dönerken geriye getirdiğimiz ise hep daha çok gitme arzusu… Bu cümleler uzar gider, en iyisi sizi daha fazla ruhumun derinliklerinde boğmadan, konumuza döneyim.:)

Bu seneki rüya tatilimiz Amerika’yaydı bildiğiniz gibi. Bayram tatilini de bağlayıp, Florida’ya 12 günlük bol güneşli & bol denizli bir tur planladık. Deniz güzel de, güneş kısmı fenaydı, benim gibi yaz aşığı bir insanı bile canından bezdirecek sıcak ve nem vardı. Şimdiden gideceklere naçizane tavsiyem; Temmuz ve Ağustos Miami-Orlando için en sıcak aylar. Aman uzak durun!

İstanbul’dan Miami’ye indiğimiz gibi havalimanından aracımızı alıp direksiyonu Keywest’e kırdık. Yaklaşık 3.5 saatlik yolculuk sonrası Amerika’nın en güney uç noktası olan şirin kasaba Keywest’e ulaştık. Miami-Keywest yolu çok keyifli, yol boyunca iki tarafı denizle çevrili upuzun köprülerden oluşan ince yollardan geçiyorsunuz. Keywest’e gelene kadar pek çok tatlı kasabanın içinden geçip hepsine hayran kalıyorsunuz. Özellikle günbatımına denk gelirseniz, bu yol üzerinde harika bir manzara yakalayabilirsiniz. Önceden araştırıp, bu yol için bir playlist bile hazırlayan ben, bol bol fotoğraf çekip, manzaraya karşı müziğin keyfini çıkarttım. Size de kesinlikle tavsiye ederim :)



Dediğim gibi Keywest minnak bir tatil kasabası, kesinlikle yürüyerek gezilmeli, çok düzenli ve dümdüz. Hemen hemen her yere erişim çok kolay.

Küba’ya deniz yoluyla sadece 90 mil uzaklıkta olması Keywest’in her köşesinde Küba esintilerine rastlamanızı sağlıyor. Sokaklarda dolaşırken Küba kahvecileri ve puro dükkânları karşınıza çıkıyor.

Keywest’te neler yapılmalı, nerelere gidilmeli? Diye soracak olursanız, madde madde yazmak daha kolay olacak sanki:



-          Mallory Square: gün batımını izlemek için harika bir nokta. Her akşam turistler ve yerliler bu alanda toplanıp gün batımını izliyor.

-          Duval Street: Kasabanın en işlek tek caddesi. Sağlı sollu mağazalar, restoranlar, kafeler sıralanmış durumda.

-          Southern Most Point: haritaya göre Amerika kıtasının en güney uç noktasına denk gelen yer. Bu noktaya dikilen duba şeklinde bir yapı var ve herkes gidip önünde fotoğraf çektiriyor. Hatta bu duba kasabanın simgesi haline gelmiş. Her yerde magnetleri, minyatür figürleri vs. satılıyor.

-          Little White House: John Keneedy, Bill Clinton gibi Amerikan başkanlarının dönem dönem yaşadığı malikâne olur kendisi. Bence pek bir numarası yok, denk gelirseniz ya da önünden geçerseniz şaşırmayın diye yazıyorum.

-          US 1 yolu Amerika’nın doğu kıyısını kuzeyden güneye bağlayan kara yoluymuş. Yani Kanada’dan Keywest’e kadar olan hattan bahsediyoruz. İşte bu meşhur yolun sonu da Amerikalılar tarafından turistik bir simge ile belirlenmiş ve turistlerin uğrak yeri haline gelmiş. Bu noktada yolun bittiğini gösteren “end 0 mile” tabelası bulunuyor. Hatta bu tabelanın tam karşısında “End of the Road Souvenir Shop”(Yolun Sonu Hediyelik Eşya Dükkânı) adında bir turistik eşyalar satan bir dükkan bile var :)

-          Bunun dışında bizim gidemediğimiz ama çok duyduğum ve gidilmesi gereken bir yer de Ernst Hemingway’in bir dönem yaşadığı ve bazı romanlarına ev sahipli yapan meşhur evi.

-          Bu arada unutmadan yazayım; biz The Gates Otel’de konakladık ve aşırı memnun kaldık. Yepyeni ve tertemiz bir oteldi, konumu da çok güzeldi. Arabayla Keywest’in merkezine sadece 5 dk. uzaklıkta.

-          Belki sona kaldı ama en güzeli, enfes sahili ve harika denizi Keywest’i gönüllerde taçlandıran asıl neden. South Beach bizim favorimiz oldu.

Sizin de yolunuz Miami ya da Florida’nın güney taraflarına düşerse ne yapın edin bu tatlı kasabaya birkaç gün ayırın. Biz çok sevdik, çok eğlendik siz de gidin siz de sevin!








13 Mart 2016 Pazar

Paris ve yeni gözdesi Le Marais



Rüya şehir Paris, gökkuşağının renkleri kadar çok ve farklı tonda Paris*ler barındırıyor içinde. ‘Herkesin Paris’i kendine’ diyordu bir yazıda,  gerçekten öyle. Paris’e tekrar tekrar gelmek isteyişimiz de kendi Parisimizi her defasında yeniden yaşamak isteyişimizden...

Kim ne derse desin, Paris zamansız güzelliklerin şehri. Modası hiç bir zaman geçmeyecek klasik müzik eseri gibi her seferinde farklı bir yönüyle etkiliyor.


Çoğumuz için Paris kelimesi ve Eiffel Kulesi eşanlamlı sanki. Gustav Eiffel’in bu ölümsüz eserine o dönemin ileri gelen Parislileri ne kadar karşı çıksa da, şimdilerde dünyanın en fazla turist ağırlayan yapılarından biri olmuş bu demir kule. Şehrin farklı yerlerinde gezerken gördüğünüzde bile, uzaklardan etkiliyor sizi.

Belki 2.sırayı herkes için Champ Elysee ve Zafer Takı (Arc de triomphe de l'Étoile) alır ama nacizane favorim, şehrin sıfır noktası olarak kabul edilen ve tarih boyunca küllerinden doğan efsane yapı Notre Dame Katedrali’dir. Gece ışıklandırmasıyla Seine nehri kıyısındaki görkemli duruşunu görmeniz de  ayrıca tavsiye edilir.



Favori üçlünün son bacağı Paris’in en huzurlu ve en yeşil köşesi: Lüksemburg Bahçeleri (Jardin de Luxemburg) Paris gezinize sakin bir mola vermek isterseniz, rengarenk çiçekler, güzel heykeller, yemyeşil ağaçlar, ortasında bulunan göl ve fıskiyelerle süslü bu bahçede vakit geçirmelisiniz.

Kimselerin uğramadığı bir batalıklatan, şehrin en gözde semti haline gelen Le Marais, tarih boyunca farklı kültürlere ev sahipliği yapmış çok renkli bir bölge.

Le Marais, daracık sokakları, minik kafeleri, tasarım dükkanları, butik kitapçıları, vintage pazarlarıyla klasik Paris anlayışınızı değiştirecek bir semt. Fransızca’da “bataklık” anlamına gelen Le Marais bölgesi, eski yüzyılda gerçekten de bataklıkmış. Semtin yakınlarına Vosges Meydanı’nın inşaa edilmesi ve şehrin önde gelenlerinin buraya taşınmasıyla bölgenin değeri artmış.
Semtin bir diğer ev sahiplieri de Yahudiler. Le Marais pek çok sinagogu ve Yahudi derneklerini içinde barındırdığından, sokaklarda sıklıkla ortadoks Yahudilere rastlayabiliyorsunuz.  Bölgede Yahudilerin işettiği etnik dükkanlar, fırınlar ve restoranlar da oldukça yaygın. Restoranlardan bahsetmişken, Le Marais sokaklarındaki Falafel çılgınlığına değinmeden olmaz. Özellikle haftasonu tüm falafelcilerin önünde uzanan onlarca metre kuyruk görmeye hazır olun.


Le Marais’e gelmişken pek çok tarihi noktayı ziyaret edebilirsiniz. Picasso Müzesi, Ulusal Arşiv Müzesi, Place des Vosges, Victor Hugo'nun Evi, Saint Paul Kilisesi,  Hôtel de Sully, Carnavalet Müzesi gibi pek çok önemli yapıyı ve eseri bu bölgede bulabilirsiniz.

Le Marais sokaklarına birbirinden ünlü markaların, bölgeye özel açtıkları tasarım mağazaları görmek için bile uğranabilir. Bilinen bir çok markanın çok özel ürünlerini sergilediği bu konsept mağazalarda fiyatların biraz daha yüksek olduğu gerçek ama bu özel vitrinlere bakmatan zarar gelmez.

Bölgeye nasıl ulaşırım diye sorarsanız, tabiki Paris’in her yerinde olduğu gibi metro ile ulaşım en kolayı. M1 hattı üzerinde yer alan St. Paul veya Hotel de Ville duraklarından birinde inmeniz yeterli olacaktır. Zaten Le Marais semtinin sınırlarını bu iki durak arasında kalan bölge olarak düşünebiliriz.


Paris’te bir pazar günü için en doğru tercih Le Marais sokaklarında kaybolmak olur.

Pazar günleri Paris’in geneli büyük bir sakinlik içindeyken şehrin en canlı semti Marais. Pazar günleri neredeyse semtteki tüm magazalar, kafeler ve dükkanlar açık. Bu da Le Marais’i özellikle de Parisli gençlerin ve turistlerin buluşma noktası haline getiriyor.

Pazar günü kurulan ikinci el kıyafet ve antika pazarının da sevenleri çok. Antikaseverler sabah saatlerinde pazarın yeni gelen ürünlerini kaçırmamak için bölgeye akın ediyor.


Le Marais’te neler yapılır:

*Le Marais’in küçük vintage dükkanlarını gezin.

*Sokak müzisyenlerinin sesine kulak verin.

*Şehrin alternatif sanat galerilerine zaman ayırın.

*Yahudi fırınlarındaki faklı lezzetleri deneyin.

*Vosges Meydanı’nın çimlerine uzanıp kitabınızın keyfini çıkartın.


*Sandalyeleri sokağa taşmış bir kafede, kalabalığa aldırış etmeden kahvenizi yudumlayın.















21 Ocak 2016 Perşembe

Drink Me Eat Me



Bugün #tbt günü deyip anılara daldım yine... fotoğraflara bakarken içimden geldi, bir yazı yazayım dedim :)
Minik tatlı bir kafeyle tanıştırayım sizi; Londra'nın batısında Hammersmith bölgesinde şirin mi şirin bir konsept kafe burası.
İsmi de çok tatlı: Drink Me Eat Me. Pastel renklerle dekore edilmiş, vintage esintili bir huzur yumağı...
Ev yapımı kekler, kurabiyeler, turtalar tezgaha dizilmiş durumda. Kesinlikle çok davetkarlar!
Aynı zamanda bir oyuncak mağazası bu tatlı kafe. Birşeyler almadan çıkmak da çok zorlandım :)
Bu arada frozen yoğurtları da şahane...
Birgün Londra'ya giderseniz, benim için de gidip sokağa bakan pencere kenarı bir masada bir çay için.

Güzel bir gün dilerim herkese...

Sevgiyle..


http://drinkmeeatme.com/



21 Aralık 2015 Pazartesi

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl... herkese kutlu olsun!

R
Yeni yıl yeni yıl yeni yıl... herkese kutlu olsun! Bu şarkıyı sevmeyen, arka arkaya gülümseyerek söyleyip mutlu olmayan yoktur herhalde!

Işıltısı, umudu, hediyeleri, müzikleri, renklenen vitrinleriyle yeni yıl coşkusu,  bizi 1 aylığına da olsa masal alemine götürür. Havalar soğusa da içimizi ısıtan Christmas ruhudur bu dönemde.

Yeni yıl coşkusu, geçen her seneyi unutup,önümüze umutla bakmamızı sağlar. En güzeli de bu bence, her şey kötü gitse de iyi bir şeyler olacağına inanmaktır yeni yılı beklemek.

Yılın şu içinde bulunduğumuz dönemlerinde hepimizin gibi benim de rutinlerim oluşuverir.

Hemencecik evimi süsler, çamımı kurar, ağacımı zevkle ışıklandırr, mumlarımı yakarım.

Hafta içi ofiste, hafta sonları evde Christmas müzikleri dinlemeye bayılırım. Playlist'imi açıp, evde/ofiste mutlu mesut işlerime koyulurum :) En sevdiğim Christmas müzikleri ne diye sorarsanız;

Yine bu dönemde birden içimde Christmas filmleri izleme merakı başlar. Hepsinin sonu mutlu biter, hepsinde gerçek olamayacak kadar masalsı bir dünya vardır. Ama olsun biraz kendimizi kandırmaktan kimseye zarar gelmez :) Favori filmlerim:
Siz de şimdiden noel şarkılarının huzurlu melodilerine bırakın kendinizi, yada şu soğuk kış akşamlarında bir kova mısır patlatıp güzel bir yeni yıl filmi seyredin. Çok iyi geleceğine eminim.

Şimdiden herkese bol süprizli, ışıl ışıl ve sağlık dolu bir 2016 dilerim!

Sevgiyle...





11 Kasım 2015 Çarşamba

48 Saatte Cinque Terre!


CUMARTESİ

11.00 : Cinque Terre’deki 5 cici köyden biri olan Riamagiorrede konaklıyoruz 2 gün boyunca. La Baia di Rio İtalyan bir çiftin işlettiği 7 odalı şirin bir otel. Hemen eşyalarımızı odaya atıp dışarı çıkalım derken odanın balkon manzarasıyla büyüleniyoruz. Akşam saatlerinde bu balkon şarap içerek güneşi batırma planları yapıp, ayrılıyoruz. Bugün biraz kaldığımız köyü keşfetme niyetindeyiz.

13.00 : Riamagiorre’nun yokuş aşağı sahile inen yolu, köy halkının ve turistlerin vakit geçirip, alışveriş yaptığı, yemek için alternatiflerin bulunduğu tek yer. Cadde boyunca dükkânlara girip, çıkıyoruz. Gezerken ağzımız boş durmasın diye aldığımız Mamma Mia! Take Away’in  külahta servis edilen kalamar kızartmaları çok lezizdi!

15:00 : Köyün merkezini gezdik, şimdi fotoğraf çekmek ve biraz da köye tepeden bakmak için sahil şeridindeki merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. Gördüğümüz manzara karşısında durumumuz mest! Rengârenk köy evlerini fotoğraflayıp, yarın gezeceğimiz köyler için feribot biletlerimizi alıyoruz. Cinque Terre köyleri arasındaki ulaşım aslında trenle sağlanıyor. Ama biz deniz yoluyla köyleri ziyaret etmenin daha eğlenceli olacağını düşünüp, ertesi gün için, 1 günlük sınırsız kullanım olanağı sunan feribot biletlerini kaptık.

15.45 : Bu beş köy içinde sadece Corniglia’nın denize kıyısı bulunmuyor. O yüzden bugünkü hedef, gün bitmeden Cinque Terre’nin en küçük ve en sakin köyü Corniglia görmek.

16.30 : Riamagiorre ve Corniglia arası trenle sadece 5 dakika sürüyor ama tren saatini beklediğimiz için köye ulaşmamız yarım saati buluyor. Hemen sevinmeyin, trenden indikten sonra köye varmanız için 377 tane basamağı tırmanmanız gerekiyor!

17.00 : Bacaklarımızın kendine gelmesini beklerken köy meydanındaki Caffe Matteo’da  kahvelerimizi yudumluyoruz.

17.30 : Corniglia’nın minicik meydanı ve sevimli ara sokakları var. Turistlerin fotoğraf çekmek için durakları bu sokakların denizle buluştuğu yüksek yamaçlar. Harika kareler yakalıyoruz bu noktalarda...

18.30 : Köyün içindeki tasarım butiklere uğrayıp sevimli hediyelik eşyacıları geziyoruz. Fazla vaktimiz yok, otele dönüp gün batımını yakalamamız lazım!

20.00 : Riamagiorre meydanından aldığımız kırmızı şarabın yanına Veciu Muinden aldığımız margarita pizza ile otelin yolunu tutuyoruz.

21. 00 :  Güneşi otelin balkonunda pizza ve şarapla batırdıktan sonra çöküyor günün yorgunluğu. Yarın daha yorucu olacak, bizi bekleyen 3 köy daha var. Erkenden yatmak şart!

PAZAR

09.30: Kahvaltımızı yaptık, yola çıkma zamanı! 10:00’da sahilden kalkacak feribota bineceğiz.

10.30 : An itibariyle Cinque Terre’nin en popüler köyü Monterosso’ya ayak basmış bulunuyoruz. Köy iki  büyük sahil şeridinden oluşuyor ve bu 2 sahili dolduran özel plajlara ev sahipliği yapıyor. Diğer köylere göre oldukça kalabalık ve büyük bir köy Monterosso. Daha düz bir yapıya sahip olması da turistlerin konaklamak için bu köyü tercih etme sebebi.

11.30 : Bu turkuvaz rengi denize girmeden olmaz! 5 köyün içinde en rahat denize girip, şezlong konforunu bulabileceğiniz olan Monterosso, diğer köylerin minicik sahillerinde denize girmek için özel bir alan yok maalesef.

13.00 : Biraz serinledik, şimdi köyün ara sokaklarını keşfedelim.   Başka bir seyahat blogunda görüp not aldığım;  Vittoria Emanuele No:9’daki hediyelik eşya dükkânında farklı ve butik hediyelik eşyalar buluyorum! (Dükkanın bir adı yoktu)

14.30 : Monterosso’da gereğinden fazla vakit kaybettik evet, Vernazza’ya giden ilk feribota koşuyoruz!

15.10 : Vernazza’dayız! Öğle yemeği için gönlümden geçen, internetten manzarasına vurulduğum Belforte Restoran’dı aslında. konum itibariyle köyün tepesinde olduğu için, öğle sıcağında o yokuşu çıkamadık.  İyi ki de gitmemişiz, rezervasyon gerekiyormuş. Biz merkezdeki Trattoria da Sandro’da alıyoruz soluğu. Seçim: deniz mahsüllü taglitalle. Sonuç: mükemmel! 

16.00: Köyün ara sokaklarında diğer köyler gibi minik el yapımı hediyelik eşya dükkânları var. Artık aynı mimarı yapıya alıştık;  renkli evler, dar sokaklar, minik butikler, sahile yakın bir meydan ve İtalyan restoranları…

17.00 : Vernazza’dan ayrılmadan bir dondurma molası: Gelateria Vernazza… Sonraki durak, Manarola.

18.45: Manarola, Google’a Cinque Terre yazınca karşımıza çıkan resimlerdeki köyün ta kendisi. Köyün bu kadar güzel manzara pozu vermesinin sebebi, hemen deniz kıyısından biraz yukarıda bulunan kiliseye çıkarak resimlerini çekebilmeniz. Güneşin doğru açısını yakalayamasak da biz de güzel fotoğraflar çektik.

19.30 : Klasik köy turu yaptıktan sonra, planımız Riomagiorre ile Manarola arasındaVia d'Amore (aşk yolu)’yu yürüyerek geçmekti ama yolda bakım çalışması olduğu için Riomagiorre’a feribot ile dönüyoruz.

20.30 : Günün koşuşturması üzerine güzel bir ziyafet çekmenin tam zamanı,  sahildekiEnoteca Dau Cila çok çekici görünüyor, deniz manzaralı bir masa kaptık bile…

22.00 : Cinque Terre’de son akşam, yarın veda vakti…

PAZARTESİ

10.00 : Valizleri topladık ve kahvaltı için dışarı attık kendimizi. Son saatlerimizi en iyi şekilde değerlendirmek için Bar Conchiglia’ya geldik.  Klasik İtalyan kahvaltısına, harika Riamagiorre manzarası eşlik ediyor. Buraya gelenler için gün batımına karşıAperol Spritz yudumlamak da harika bir seçenek bence!

11.00 : Artık yeni bir durak için yola çıkma zamanı...  Arrivederci Cinque Terre!



,






17 Ekim 2015 Cumartesi

OKTOBERFEST & MUNIH

“Ekim Festivali” diye basit bir şekilde Türkçe’ye çevrilebilir belki.  Ama gerçek anlamı: Münih’te her yıl Eylül’ün son haftasıyla Ekim’in ilk haftası arasında düzenlenen dünyanın en büyük bira festivali, Oktoberfest.


Oktoberfest zamanı Münih’e gelmek isteyenlere yazı daha yeni başlıyorken hemen bir uyarı: Kalacağınız oteli 3-4 ay önceden ayarlamanız tavsiye edilir.Özellikle bu dönemde hem Almanya’dan hem de dünyanın birçok yerinden turist bölgeye akın ediyor. Otel fiyatları senenin bu döneminde en az 2 katına çıkıyor. Bir de yer bulma sıkıntısı var tabi, bu fiyatlara rağmen otellerde yer bulmanız zorlaşıyor. İşinizi son dakikaya sakın bırakmayın!


Festival dışında kalan dönemlerde de Münih çok keyifli bir şehir. Tarihi yapıları, parkları, konsept kafeleri, eğlenceli gece hayatı sizi cezp edebilir. Bu sebeple “Altstadt”(eski şehir merkezi)’ne yakın yerlerde konaklamanız, festivalin yanında şehri de keşfetmeniz açısından iyi olabilir.

Fazla zamanı olmayanlara minik bir tüyo: Birçok turistik noktadan geçen 19 Numaralı tramvayla kısa bir tur yapabilirsiniz. Bu yağmurlu havalar için de kurtarıcı bir seçenek.


Bir de şehrin parklarından bahsedip, Oktoberfest konumuza dönüş yapıyorum. Englisher Garten, şehirdeki en büyük park, içinde büyük bir de gölet var. Münihlilerin -hava güzelse- gittikleri en rutin aktivite alanı. At binenler, sörf yapanlar, çimlere uzananlar, bisikletliler…Westpark,Englisher Garten’a göre daha küçük, Japon bahçelerini andıran dizaynıyla Münihlilerin tercih ettiği bir diğer oksijen deposu.


Münih’te Oktoberfest’in kurulduğu festival alanıTheresienwiese diye geçiyor. Şehrin tarihindeki bütün kutlamalar, kraliyet düğünleri ve at yarışları bu alanda yapıldığından, bugün şehrin en büyük eğlencesinin de burada gerçekleşmesi çok normal sanırım.


Bu festivalde Her şey biradan ibaret değil tabiî ki! Alanda lunaparkı da içine alan bir panayır bölümü var.  Dönme dolaplar, çarpışan arabalar, macera trenleri ve adını bilmediğim bir sürü ışıklı şey Biraz da bira içtiyseniz,üstüne bu oyuncaklara binip eğlenmek gibisi yok.


Oktoberfest’te, içine binlerce insanın sığacağı rengarenk çadırlar kuruluyor. Bu çadırların her birine giriş ücretli, hatta bazı çadırlara önceden rezervasyon yaptırmanız bile gerekiyor. Bütün çadırlarda biranın su gibi aktığını söylememe gerek yok sanırım! Biranın yanında neler var derseniz; sosis, patates kızarması, domuz eti ve pretzel gibi Almanların vazgeçemediği yiyecekleeşlik ediyor. Almanlar da yöresel kıyafetlerini giyip, müzik eşliğinde çılgınlar gibi eğleniyorlar.


Festival alanında 15 tane dev çadır var, bunların hepsi kendine has tarzda dekore edilmiş ve ayrı konseptteler. Çoğu çadırın sponsoru bölgenin önemli bira üreticileri. Çadırlardan en ünlüleri; Hofbrau, Augustinerbrau, Hippodrom ve Oide Wiesn diyebiliriz. 


Her sene Münih belediye başkanı, festivalin en büyük çadırındaki bira fıçısını musluğunu açıp Bavyera Bölgesi başkanına bira ikram ediyor, işte festival böyle bir törenle start alıyor. Sonra da binlerce kişi bu musluktan deliler gibi bira içmeye başlıyor.


Oktoberfest biraları 1 litrelik külçe gibi ağır bardaklarda servis ediyorlar. Ben bir tanesi zor kaldırıyorken, garsonların 7-8 bardağı nasıl taşıdığını çözemedim doğrusu.


Upuzun bir masada tanımadığınız insanlarla dip dibe biralarınızı yudumluyorsunuz. Böyle bir kalabalıkta nasıl eğlenilir ki? Diye düşünmeyin. Siz de bir çılgınlık yapıp, en yakın zamanda bu festivale gidin,  kimseye aldırış etmeden dans edin, yiyin, için, eğlenin!  Hep bir ağızdan bilmediğiniz şarkılara eşlik edin, eminim çok iyi gelecek!